Orkun’un Üçlüsünde Saklı Olan

Ortaokuldan liseye, tam yedi yıl boyunca şampiyonluk yüzü görememişti Vedat.
Beşiktaş hep zirveye yaklaşmış ama kupaya bir türlü dokunamamıştı.
O yıllar, gazetelerin manşetinde “şerefli ikincilikler” yazıyordu.

Ama Vedat ne o şerefi hatırlıyordu,
ne de ikinciliği…
Onun zihninde sadece bir tek şey dönüp duruyordu: İnönü’ye girmek.

Vedat bazen inanmak istiyordu:
Sanki Beşiktaş, onun İstanbul’a gelişini beklemişti.
Yedi yıl şampiyonluksuz geçen zaman, belki de onu bekleyen bir sabır provasından ibaretti.

“Ben gelmeden olmazdı zaten…” der gibi hissediyordu içten içe.
Sanki Beşiktaş da onun gibi yarım kalmıştı o yıllar boyunca.

Üniversiteyi kazandığında İstanbul’a sadece bir diplomaya değil,
bir hayale yürüyordu.

O hafta yine bir hakem kararı can yakmıştı.
Ama bu defa, hiçbir haksızlık
İnönü’ye atacağı o ilk bakışın büyüsüne gölge düşüremedi.

Eski açığın önünden yeni açığa uzanan kuyruk, ona uzun gelmedi.
Zaten yedi yıl beklemişti;
iki saat daha beklemek ne olacaktı ki?

Ve sonunda…
Turnikeye geldi.

O demir yapının metal soğukluğu,
yedi yıllık hayalini bir anda paramparça edebilirdi.
Bileti uzattı.
Yüreği ağzındaydı.
Okunmazsa?
Geçemezse?

Tık.

Geçti.

O an…
Sanki yıllarca uzak kaldığı bir yere değil,
asıl ait olduğu yere geri dönüyordu.

Merdivenleri çıkmadan önce bir an durdu.
Derin bir nefes aldı.

Ve o anda…
İtfaiye girişinin üstünden tüm heybetiyle dikilmişti karşısına: İnönü.

Süleyman Seba’nın ilk golünü attığı,
Şeref Bey’in adını yaşatan,
Beşiktaş’ın kalbi…

Çimlerin kokusu burnuna doldu.
Gözlerini ovuşturdu,
rüyada olmadığını anlamak için.

Sahada henüz hiçbir şey yoktu.
Ama tribünler yavaş yavaş dolmaya başlamıştı.
Kalabalık arttıkça, sesler de birbirine karışıyordu.
Ve bir anda, takım ısınmak için sahaya çıktı.

Kapalı tribünden yükselen o ses,
göğü yaran bir gök gürültüsünü andırıyordu:
“Söz ver bize Sergen söz ver!”

Başka kimseye değil…
Yalnızca ona.

O anda tribün susmadı.
Sanki stadyum değil,
bir mahkeme salonuydu;
ve Sergen, yargının değil, yüreğin tanığıydı.

Sergen döndü.
Yumruğunu havaya kaldırdı.
Sonra elini göğsüne götürüp başını eğdi:
“Söz.”

Ama o söz, sade bir kelime değildi.
O söz, yılların ardından Beşiktaş’a geri dönen bir evladın,
sessizce edilen yeminiydi.

Dışarıdan umursamaz görünen bu adam,
o an tüm yüküyle Beşiktaş’a yaslandı.
Ve tribünler, bunu hissetti.
Sadece sesi değil, kalbindeki kırılganlığı da duydular.

Sergen bilirdi nerede durduğunu,
neyi temsil ettiğini.
Beşiktaş’a bir borcu yoktu belki,
ama bir bağlılığı vardı.
İçine işleyen bir isim, bir arma, bir çocukluktu bu.

Söz verdiğinde,
on binlerce kalp aynı anda inandı.
Çünkü o söz,
bir sezona değil,
bir hayale verilmişti.

Ve Beşiktaş’ın 100. yılı,
işte o inançla başladı.

Nitekim… tuttu da sözünü.

Vedat, 100. yıl şampiyonluğunun ardından da fırsat buldukça maçlara gitmeye devam etti.
Ama derslerini asla aksatmadı.
Tıpkı sezon başında Sergen’in verdiği o söz gibi,
o da annesine bir söz vermişti:
“Fakülteyi dört yılda bitireceğim.”

Ve tuttu sözünü.
Dört yılın sonunda diplomasını aldı.
KPSS sonucuyla Iğdır’a matematik öğretmeni olarak atandı.
Tıpkı Optik gibi.

Hayat, yavaşça başka bir yöne doğru akmaya başladı.
Artık tribünlerde değil, sınıf sıralarında vardı.
Artık bir öğretmendi.

Ama her sabah derse girmeden önce,
ilk işi Beşiktaş haberlerine bakmak oluyordu.
Köyde maç yayını yoksa,
radyonun başında takımını dinliyordu.

Çünkü tribünden uzak kalmak başka bir şeydi,
ama Beşiktaş’tan uzak kalmak mümkün değildi.

Iğdır’da meslektaşı Nilay’la tanıştı.
Aşık oldu.
Evlenip küçük bir hayat kurdular.
Hayat belki biraz yavaşladı…
Ama Beşiktaş’a duyduğu o tutku hiç değişmedi.

Takvimler 2009’u gösterdiğinde, Beşiktaş yeniden zirveye yürüyordu.
30 Mayıs’ta Denizli’de kader maçı vardı: Şampiyonluk.

Vedat’ın planı hazırdı.
İzmir’e uçacaktı, oradan karayoluyla Denizli’ye geçecekti.
Hayalini kurduğu kutlamanın parçası olacaktı.

Ama kader,
her zamanki gibi siyah-beyaz yazılmıştı.

29 Mayıs gecesi…
Nilay aniden rahatsızlandı.
Apar topar hastaneye götürüldü.
Doktorlar erken doğum ihtimalinden bahsediyordu.

Nilay doğuma alındı.
Vedat, hastane odasında tek başına bekliyordu.
Bir yanda monitörde Beşiktaş haberleri dönüyordu,
diğer yanda kalbinde kıpırdayan bir hayat…

Bobo mu oynayacaktı, Nobre mi?
Bebek sağlıkla gelecek miydi?

İçinde hem baba olmanın telaşı,
hem de yıllardır biriktirdiği şampiyonluk hayalinin titrek heyecanı vardı.

Ve o an geldi…
Kızı doğdu.

Vedat hiç tereddüt etmeden adını koydu:
Özlem.

Beşiktaş’a,
şampiyonluğa,
ve o hiç sönmeyen tribün tutkusuna duyduğu en derin duygunun adıydı bu.

Vedat, o maça gidemediyse de
içindeki çocuk
o 17 yaşındaki, turnikeden geçen delikanlı hâlâ yaşıyordu.

“Bir gün yine o tribünde olacağım…”

Özlem’in ilk ağlayışı, Vedat’ın dünyasında derin bir yankı uyandırdı.
Sanki yıllardır içinde biriktirdiği bekleyişler, özlemler ve umutlar, o küçücük sesle bir anda can bulmuştu.

O ses, Vedat’ın kalbinde yeni bir hayatın, yeni bir dönemin müjdecisiydi.

Kaderin ince bir cilvesi gibi, Beşiktaş çok geçmeden sahada zaferini ilan etti.

O eşsiz an, Vedat’ın hayatında mutluluğun en parlak ışığı olarak parladı;
umutla, sevgiyle ve unutulmaz bir coşkuyla taçlandı.

Hayat, olağan akışında ilerlemeye devam etti.

Vedat artık bir kız çocuğu babasıydı.
Öğretmenlik, ev hayatı, sorumluluklar…
Ama içindeki Beşiktaş tutkusu hiç azalmadı.

Özlem’in doğumundan bir yıl sonra ailece Ankara’ya yerleştiler.
Bu yeni şehir, Vedat’ı Beşiktaş’a biraz daha yaklaştırdı.
Artık fırsat buldukça Ankara’daki, Kayseri ve Konya gibi çevre illerdeki maçlara gidiyordu.
Her seferinde heyecanla formayı giyiyor, deplasman yollarına düşüyordu.
O tribünde attığı her tezahürat, onu biraz daha gençleştiriyordu sanki.

Kızı Özlem de büyüyordu…
Tıpkı isminin çağrıştırdığı duygular gibi derin,
tıpkı babasının hayalleri gibi sadık bir Beşiktaşlıydı.
Okulunda başarılı bir öğrenciydi, evde ise tam bir Quaresma hayranıydı.
Bir dönem gönlünü Oğuzhan’a kaptırsa da, Quaresma hep en tepedeydi.

Vedat ise kızında kendi çocukluğunu görüyordu.
Radyodan maç dinlediği günleri,
karne hediyesi olarak aldığı Beşiktaş formasını,
İnönü’de duyduğu o ilk coşkulu gürültüyü…
Yıllar geçmişti ama o sevda, nesilden nesile aynı tutkuyla akıyordu.
Ve artık o sevdanın adı Özlem’di.
Hem gerçek, hem mecaz anlamda.

Zaman aktı, Özlem büyüdü…
Hayat, aileyi bir kez daha başka bir şehre taşıdı: İstanbul.

Vedat için bu, sadece bir şehir değişikliği değildi;
yarım kalan bir bağın yeniden kurulmasıydı.
Çünkü artık Beşiktaş’a daha yakındı,
o büyük aşkına, o siyah-beyaz sığınağa…

Yeni stadyumun inşası tamamlanmış,
Dolmabahçe bambaşka bir çehreye bürünmüştü.
Ama Vedat için değişen tek şey, dışarıdaki beton ve çelikti.
İçinde aynı kalp atıyor, yıllar önce ilk gördüğü o manzaranın heyecanı hâlâ taptazeydi.

Yine aynı heyecanı hissetmek, her maçı yerinde izlemek istiyordu.

2021 yılıydı…
Pandemi nedeniyle tribünler sessiz, boştu ama heyecan zirvedeydi.
Beşiktaş, sezon boyunca canla başla mücadele etmişti.
Ve son hafta, Göztepe deplasmanındaydılar.
Şampiyonluk için sadece galibiyet yetmiyordu;
averajlar, puan farkları kafalarda dönüp duruyordu.

Vedat ve Özlem o akşam, yan yana televizyonun karşısındaydılar.
Maç boyunca hiç konuşmadılar, sadece gözleri sahadaydı.

Ve o an geldi: 70. dakika, penaltı kararı.
Her şey bir anda ağırlaştı; nefesler tutuldu, yürekler sıkıştı.
Ghezzal topun başına yürürken, Vedat usulca elini Özlem’in omzuna koydu.
Özlem gözlerini kapadı; içinde korku ve umut birbirine karıştı.

Ghezzal topa dokunduğu o an,
ikisinin kalbi göğüs kafesine sıkıştı.
Ve ardından yükseldi o ses:
Gooooooooooooooooooool!

Vedat ve Özlem, o anı yıllar boyunca unutamayacaklardı.
Birlikte yaşadıkları sevincin, umutların ve hayallerin en saf haliydi o an.
Göz göze geldiler; kelimelere gerek kalmadan anladılar:
Bu sadece bir gol değil, hayatlarının ta kendisiydi.

O an, yılların yükü babayla kızın omzundan birlikte kalktı sanki.
Vedat gözyaşlarına boğuldu. Özlem ona sıkıca sarıldı, çocukluğundaki gibi.

“Şampiyonuz baba!” dedi.
Vedat ise sadece fısıldadı:
“Şampiyonuz kızım.”

Tribünler sessiz ve boştu;
ama o evde, duvarlar arasında yükselen coşku,
binlerce taraftarın tezahüratından bile daha büyüktü.

Vedat, kucağında büyüyen kızının
artık kendi sevdiği renklerle ağlayan genç bir kıza dönüştüğünü gördü.

Özlem ise, babasının heyecanına yeniden ortak olmanın mutluluğuyla
gözyaşlarını saklayamadı.

O geceyi,
birlikte yaşadıkları o saf sevinci, umutları ve bağları,
uzun süre unutmadılar.

Hayat, maç bitince kaldığı yerden devam etti.
Vedat, yine kendini Beşiktaş’ın gündeminde buldu; transferler, kamp haberleri, kombineler…
Ama evde işler aynı hızla akmıyordu.

Nilay için bu tutku artık paylaşılabilir bir heyecan değil, bir yabancılaşma halini almıştı.
Konuşmalar hep Beşiktaş’tı, özel günler bile siyah-beyaz bir takvime göre planlanıyordu.

Zamanla sessizlik, kırgınlığa; kırgınlık da mesafeye dönüştü.
Vedat’ın tutkusu evin dengesini bozmuştu.

Sonunda, yollar ayrıldı.
Yorgunluk birikti, sözler tükenmişti.
Nilay gitti, Özlem’le birlikte…

Bu fırtınanın en çok etkilediği, şüphesiz Özlem oldu.
Birlikte tezahüratlar yaptığı babası,
şimdi annesinin gözyaşlarına neden olan adamdı.

Özlem’in içinde derin bir kırılma oluştu.
O duvardaki Oğuzhan posteri sessizce indirildi.
Formalar dolapta unutuldu, marşlar suskun kaldı.
Babasıyla aralarındaki o sıcak bağ, yerini buz gibi bir sessizliğe bıraktı.

Vedat, her şeyi düzeltmek için çabaladı.
Ama onun tüm uğraşlarının önünde, Özlem’in sessiz bir haykırışı duruyordu:
“Keşke Beşiktaş’a ayırdığın zamanı biraz da bize ayırsaydın…”

Boşanmanın ardından Nilay, dedesinden kalan eski evin kapılarını araladı;
Özlem’le birlikte Samsun’un sakin sokaklarına taşındılar.
Vedat ise, kızının kendisine karşı ördüğü soğuk duvarı her geçen gün daha da derin hissediyordu.
Teselliyi, yıllardır olduğu gibi Beşiktaş’ta arıyordu.

Hayat onun için artık siyahla beyazın keskin çizgisinde bir yürüyüştü;
artık gri tonların olmadığı bir dünya…
Ve Vedat, kendini en karanlık siyahın içinde bulmuştu.

Beşiktaş da zor günler geçirirken,
Vedat’ın dünyası da istediği gibi dönmüyordu.
Bayram mesajları yavan, telefon konuşmaları zoraki ve soğuktu;
samimiyet, yerini soğuk bir mesafeye bırakmıştı.

Ama Özlem, tüm bu fırtınanın içinde,
annesinin yüreğinden kopan büyük sevgi ve fedakârlıkla
eğitim hayatında parlak bir başarıya imza attı.

LGS’den yüksek bir puanla çıktı,
geleceğine sağlam adımlarla yürüyordu artık.

İstanbul’a gitme kararını verdi;
liseler arasında Kabataş mı, yoksa Galatasaray mı sorusunun cevabını arıyordu.

Ama babasına bu kararı açmakta tereddütlüydü.
İçinde bir ses vardı, çekingenlik ve kırgınlıkla dolu.

Nilay ise ona güven veren bir liman gibiydi;
“Unutma,” dedi, “O senin baban ve eğitim senin geleceğin.”
Bu sözler Özlem’in cesaretini toplamasına yardım etti.

Sonunda kararını verdi:
Babası Vedat’la buluşup, hayatını şekillendirecek bu büyük kararı birlikte konuşacaktı.

Özlem, babası Vedat’la buluştuğunda hâlâ mesafeli ve soğuktu.
Kalbinde yaşadığı kırgınlık yüzünden, babasına kolayca açılmıyordu.

Vedat ise bu soğukluk karşısında derin bir üzüntü duyuyordu.
İçten içe, aralarındaki kopukluğu onarmak,
o eski samimiyeti yeniden yakalamak istiyordu;
ama nasıl yaklaşacağını bilemiyordu.

Bu buluşma, iki yürek için de
hem umut hem de zorluklarla dolu bir adım olmuştu.

Vedat’ın zihninde kıvılcımlar dans etmeye başladı.

Orkun Kökçü’nün transferi, semtte rüzgâr gibi esmiş, yılların umutsuzluğunu dağıtıp yeniden büyük bir coşku ve diriliş dalgası yaratmıştı.

Ağaçlı yol, adeta bir zaman tüneline dönüşmüştü;
babalarının omuzlarında yükselen çocuklar,
siyah-beyaz renkleriyle umut taşıyan meşaleler gibi parıldıyordu.

Ve o an, Vedat’ın zihninde bir kapı aralandı;
bir anlığına, 100. yılın o büyülü gecesine ışınlandı.
Binlerce yürek, aynı ritimde atıyor,
her tezahürat bir inanç seline dönüşüyordu.
Tarih, yeniden yazılıyordu sanki…

Özlem babasının teklifini kabul etti ama aralarındaki soğukluk hâlâ çözülmemişti sanki…

Üniversite yılları, Iğdır’da geçen soğuk kışlar, hastane koridorları, uzun deplasman yolları, 90’da gelen goller ve yitip giden umutlar…

Hepsi, yıllar boyunca içini sessizce oyan bir yankı gibi yükseliyor,
Vedat’ın gözlerinin önünden, siyah-beyaz film şeridi gibi geçiyordu.
Hayat, Beşiktaş gibi inişli çıkışlıydı; ama her düşüşte, bir adres hep sabit kalmıştı.
Orası İnönü’ydü.
Vedat’ın her karanlığında ışığını aradığı, her yalnızlığında sığındığı yer…
Ne istemişti de olmamıştı ki orada?
Bir gol, bir sarılma, bir umut…
İnönü hep karşılık vermişti.
Şimdi de o taş merdivenlerin gölgesinde, yeniden bir kavuşmaya tanıklık etmeye hazırlanıyordu.

Vedat, tribünlerde binlerce insanın coşkusuyla sarsılırken,
yanındaki sessizlik, kalabalıktan daha ağır geliyordu.
Gönlü, Özlem’le aynı anda bağırmak, aynı anda susmak,
aynı anda sevinmek istiyordu.
Ama yılların ördüğü o ince duvar, hâlâ aralarındaydı.
Bir adım atsa, yıkılacak gibiydi;
ama ya altında kalan olurduysa?

Vedat, elini cebinde sıktı.
Kızının omzuna uzanmakla uzanmamak arasında kaldı.
Kimi sevgiler, söylenmeden de anlaşılırdı…
Ama bazen, en çok onlar eksik kalırdı.
Dolmabahçe’deki o binlerce sesin ortasında,
Vedat ilk kez bu kadar sessiz hissetti kendini.

Ve o an…

Orkun sahneye çıktı, mikrofona yaklaştı ve taraftarı selamladı. Atmosfer iyice ısınmıştı; Vedat yerinde duramıyor, ama Özlem’le eskisi gibi sarılamamanın hüznü yüreğini sıkıyordu. O an, eksik kalan bir parçanın varlığı gibi hissettiriyordu.

Orkun bir tezahürat başlatacağını söyledi ve taraftarlardan devam etmelerini istedi.
İlk kelimeyi söyledi:

“Gündoğdu!”

Binlerce yumruk havaya kalktı.
İnönü’nün taşları titredi,
geçmişin hatıralarıyla bugün arasında bir köprü kuruldu sanki.
Sadece bir tezahürat değildi bu
bir aidiyet çağrısıydı.
Kimi sesler sadece kulakla değil, kalple duyulurdu.
O da onlardandı.

Vedat, Özlem’le göz göze gelmekten çekiniyordu; aralarındaki soğukluk ve kırgınlık hala ağır bir perde gibiydi. Ama yüreğinin en derin köşesinde, o buzların yavaş yavaş eridiğine dair sessiz ama kararlı bir umut vardı. Sanki uzun zamandır kapalı kalan kapılar hafifçe aralanıyor, kavuşmanın ilk ışığı beliriyordu. İçinde, yılların suskunluğunu kıracak bir kıpırtı vardı; yeniden başlayacakları o anın adımları atılıyordu.

Orkun’un o kusursuz üçlüsü Dolmabahçe’de yankılanırken, tribünlerde yükselen ses Vedat ile Özlem’in kalbinde buzları eriten bir sıcaklığa dönüştü. O an, aralarındaki mesafeyi yumuşatan görünmez bir köprü kuruldu. İnönü’nün ve üçlünün büyüsü, sadece stadyumu değil, yılların biriktirdiği kırgınlıkları da dağıttı.

Baba ve kız, o an bir kez daha aynı duyguyu paylaştı; yeniden başlayan bir hikayenin ilk satırlarını yazıyorlardı sanki… Yıllar sonra, ilk kez Orkun’un üçlüsüyle sarıldılar.

O sarılma, tribünlerde değil; kalplerin en kuytu köşesinde atılan bir marştı. Sessizdi ama güçlüydü. Yalnızlığın değil, yeniden ait olmanın şarkısıydı.

Özlem, başını babasına çevirdi.
Bakışları yumuşaktı artık.
Gözlerinin içinden, yıllardır sakladığı o küçük kızın sesi duyuluyordu:

“Kabataş… Kabataş baba… Süleyman Seba’nın okulu…”

Vedat bir şey diyemedi.
Sadece derin bir nefes aldı.
Gözlerini kapadı.

Ve o an…
Yıllar bir perde gibi önünden geçti.

Turnikeden geçtiği ilk gün,
Sergen’in yumruğu,
Nilay’ın gözyaşları,
Özlem’in ilk çığlığı,
Ghezzal’ın penaltısı,
ve şimdi Orkun’un üçlüsü…

Hepsi bir araya geldi.
Kalbinde tek bir cümlede toplandılar:

Beşiktaş, sadece tribünde değilmiş…
Kalbinde yer açabildiğin her yerde yaşarmış.

Yan yana oturuyorlardı.
Ama ilk kez, gerçekten birlikteydiler.

Vedat, Özlem’in elini tuttu.
Titrek ama kararlıydı.
Baba-kız arasında sessiz bir anlaşma imzalanıyordu sanki.
Bağışlamanın, anlamanın, yeniden başlamanın sözsüz hâliydi bu.

O sırada statta bir üçlü daha patladı.
Ama Vedat’ın duyduğu, sadece tezahürat değildi.
İnönü, sessizce alkışlıyordu onları.

Çünkü bazı dönüşler,
sadece kulübe değil…
Hayata, sevdiklerine
ve en çok da kendine olurdu.

Ve o gece…

Vedat, hayatının en güzel maçını oynadı.
Rakibi yoktu.
Sadece bir tribün vardı.
Ve yanında, en kıymetli taraftarı oturuyordu.

Yıllar sonra ilk kez…
Hiçbir kupa bu kadar gerçek,
hiçbir sarılma bu kadar tamamlayıcı olmamıştı.

Vedat biliyordu artık:
Beşiktaş hep kazandırmazdı.
Ama bazen…
En kaybettiğin anda,
Sana en değerli olanı geri verirdi.

Eser Gökulu

94
0
ℹ️ Yorumlar beğeni sayısına göre sıralanmıştır. En çok beğeni alan yorumlar en üstte yer alır.

58 Yorum

  1. Çok güzel bir hikaye yazılmış, okurken gerçekten duygulandım. Bunu kaleme alan değerli Eser Gökulu abimize emekleri için teşekkür ediyorum. Eline, yüreğine sağlık. Gerçekten çok güzel olmuş, tebrik ediyorum.

    2
    0
  2. valla ne yalan söyleyeyim hayatım boyunca hiç uzun yazılar kitaplar okumadım 40 yaşındayım söz konusu Beşiktaş olunca okumak istedim bu benim ilk uzun hikâyem oldu çok da güzel olmuş kim yazdıysa kalemine emeğine sağlık Teşekkürler EagleMedya ailesi Teşekkürler Bülent Uslu 🦅🦅🦅

    0
    0
  3. bize Orkun Kökçü gibi Zeki Amdouni gibi Beşiktaş’ımızı seven ve oynamak için can atan topçular lazım. İstemem yan cebime koy mantığında olan kimseyi istemiyoruz.

    0
    0
  4. babamla hiç maça gitmedim durumumuz yoktu o zamanlar babamın içinde hep vardı Beşiktaş ailede şuanda sözde 3 kişi Beşiktaşlı ama yaşayan besiktasli benim burdan oğlum veya kızım ona söz veriyorum yaşadığım sürece elim hep omzunuzda sizi o ağlı yolda başımda tasiyacagima sizi hep mutlu edicegine söz veriyorum.

    0
    0
  5. İnternetin olmadığı zamanlar sokaklarda top oynarken Karadeniz’li olanlar şanslı çünkü köylerinde düz zemin varsa şanslıysa çim saha stattlardaki gibi o zamanlar halı sahalar birkaç tane nerde sunii çim bildiğin sert kumdan yeşil renkli bir zemin düştünmü yanık gibi yara yapar duş alırken o yanık sızlar durur ama tek gerçek var o zamanlar hayallerde BEŞİKTAŞ’TA top koşturabilmek hepimizin hayalini gerçekleştirdi o zamaninonsaf duygusuyla o alçak gönüllüğü ile başarıların daim olsun ORKUN KÖKÇÜ sonsuza kadar hep daim ol BEŞİKTAŞ
    🧿🧿🧿🦅🇹🇷🦅🧿🧿🧿

    0
    0

Bir yanıt yazın

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu